29 Şubat 2012 Çarşamba

BLACK SWAN (SİYAH KUĞU)




Black Swan’ı izlediğimde öylesine etkilenmiştim ki eğer bir blogum olsaydı o zamanlar herhalde hakkında sayfalarca yazardım. Çok beğendiğim filmlerden biri olmasına rağmen hakkında yazmakta biraz tereddüt ettim. Mükemmeli anlatmak vasat bulduğun bir filmi eleştirmekten daha zor geldi.

Darren Aronofsky,  Andres Heinz,  Mark Heyman,  John Mclaughlin’in seanaristliğini yaptığı ve  Darren Aranofsky’ın yönetmenliğini yaptığı Black Swan geçtiğimiz yıl 83. Oscar Töreni’nde Natalie Portman’a En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandırmıştı. Filmin türü ise psikolojik gerilim, dram.

Kısaca konusundan bahsedersek Nina (Natalie Portman) tıpkı annesi gibi balerindir. Annesi hayatta yarım kalmış hayallerini tamamlayamamış ve başarısız olmuş bir balerindir. Nina’nın tüm hayatına müdahele eden annesi onun başarısını da kıskanmaktadır. O yıl Nina’nın hocalarından Leroy (Vincent Cassel), Kuğu Gölü Balesi’ni tekrar sergileyeceğini ve Siyah Kuğu için yeni bir balerin seçeceğini açıklar. Nina başarılı bir balerin olmasına karşın sadece beyaz kuğunun duygularını verebilmektedir. Bu nedenle role seçilmez. Leroy’un odasına Siyah Kuğu olmak için ricaya giden Nina, Leroy’dan beklemediği bir karşılık görür. Leroy Nina’yı öper. Durumdan rahatsız olan Nina Leroy’un dudağını ısırır ve odayı terk eder. Leroy ise Nina’nın içindeki siyah kuğuyu görmüştür ve onu yeni siyah kuğu yapar. Nina çok mutlu olur ama  bütün mücadele de bu noktada başlar. Tutkularını, hırslarını kontrol edememeye başlayan Nina rolü kaptıracağı korkusuyla kendiyle ve etrafıyla girdiği mücadele sonucunda tam da bir Siyah Kuğu’ya dönüşür.

Geçen yılki Oscar Töreni’nden sonra filmi izleyenler her gün artıyordu. Yorumlar ve yorumlar. Filmin  müstehcen sahneleri olduğu konuşuluyordu. Tabi müstehcenlik öznel bir durum herkesin düşünce ve inanç sistemine göre değişiklik gösteriyor. Yine de bu filmin şuan sürekli yayınlanan dizi filmlerden daha açık bir yanını göremedim. Zaten buna gelene kadar filmin konuşulması gereken bir sürü yanı var.
Öncelikle izlediğimde tek bir bütün görebildiğim nadir filmlerden Black Swan. İnsan doğasındaki  dürtüler kıskançlık, tutku, sahiplenme, hırs, kontrol etme arzusu bu kadar mı mükemmel işlenir. Portman’ın oyunculuğu zaten mükemmel ve  bunun için benim onayıma çok da gerek yok Oscar’ı aldı sonuçta değil mi…   Filmin başından hemen hemen sonlarına kadar acıklı, korkak, hüzünlü bir yüz edasına sahip olan Nina’nın filmin sonunda siyah kuğuyu sahnede canlandırırkenki o yüz haline hayran kaldım. Filmin tamamında çok fazla yakın plan söz konusuydu. Buna rağmen Portman’ın mimikleri mükemmeldi. Çok etkileyiciydi.

Filmde aslında iç içe geçmiş çok fazla duygu vardı. Bunlardan biri de  kontrol duygusu. Nina hükmedilmeye alışmış ve fazla korunaklı büyümüş bir çocuk. Her hareketi annesi tarafından kontrol ediliyor. Sonra siyah kuğu olmak için çıktığı yolda Leroy’un kontrolüne bırakıyor kendini. Çünkü kontrolü nasıl ele alacağını bilmiyor. Ama rolünü almak isteyenler, sahne arkası çekişmeler içinde bulunduğu durum kafasında şizofrene yakın bir dünya kurmasına neden oluyor ki gördüğü hayaller ve gerçekler arasında bocalarken kontrolü ele geçiriyor. Tabi buradaki kusursuz bir kontrol değil hastalıklı bir duygu dünyası söz konusu. Nina’nın kendine sürekli zarar vermesi de bunu gösteriyor. Hayalle gerçeğin iç içe verildiği sahneler öylesine güzel kurgulanmış ki zaman zaman gerçekle hayali siz bile ayırt edemiyorsunuz.

 Bir başkaldırı bir isyan anlatılıyor. Nina’nın küçük bir kız çocuğundan saf, temiz bir beyaz kuğudan tutkulu bir siyah kuğuya dönüşümü anlatılıyor da diyebiliriz. Kuğu Gölü Balesi’nin müziklerinin eşlik ettiği film her şeyiyle mükemmel olmuş.

 Requem For A Dream’den de hatırlayacağımız Darren Aronofsky’in psikolojik filmler çekmekteki başarısı da takdire şayan.
Film gösterime gireli yaklaşık bir yıl oldu. Hala izlemeyen var mıdır bilemiyorum. Ama herkes izlemeli izlemeyen kalmamalı diyorum. 

28 Şubat 2012 Salı

İNCİR REÇELİ




Sizlerin de hatırlayacağı gibi 2010 yılının ses getiren filmlerinden biri oldu İncir Reçeli. Popüler olan her şeye küçüklükten kalma bir antipatim var. İncir Reçeli çıktığı zaman da inatla izlemesem de Facebook’taki ve Twitter’daki  muhabbetlerden beni bir merak sardı sorma gitsin. İzleyiverdim ben de. Aslında hayatımızda da belirgin etkileri oldu bu filmin. Mesela Halil Sezai’yle tanıştık. Bunalımlarımızı şarkılarıyla destekleyen yeni biri öyle değil mi. Neyse konudan sapmayalım filme geçiyorum.

            Senaristliğini ve yönetmenliğini Aytaç Ağırlar’ın yaptığı filmin başrolünü Sezai Paracıkoğlu ve Melike Güner paylaşıyor. Filmin türü ise dram.

Filmin konusuna bakacak olursak televizyon için skeçler yazan ama çok başarılı olamayan Metin adında bir senaristin barda sarhoş olmuş ve evine gidemeyecek durumda olan bir kızı Duygu’yu evine götürmesiyle başlar hikâye. Uyandığında kızı bulamayan Metin duvarda bir postite yazılmış bir not bulur. Önce bu durum Metin’i rahatsız etse de barda Duygu’yla tekrar tekrar karşılaşırlar ve birbirlerine aşık olurlar. Her şey iyi giderken Duygu ortalıktan kaybolur. Bir süre sonra tesadüfen metroda karşılaşırlar ve Metin Duygu’nun AİDS olduğu gerçeğini öğrenir. Buna rağmen tutkulu bir aşk yaşayan çiftimizin aşkı, Metin’in kendince suçlu olduğunu sandığı kişiyi Duygu’nın babasını cezalandırmasıyla sarpa sarar. Duygu Metin’i terk eder. Metin Duygu’ya ulaşmak için uğraşırken yaptığı hatanın farkına varır. Duygu’nun babası ölmüştür ve Duygu gitmiştir. Metin bunalıma girer günlerce evden çıkmaz ve sonunda Duygu’nun ağzından çıkan cümlelerle onun yaşadıklarını anlatan bir film yapar. Filmin galasında Duygu’nun Dr. unu bulan Metin Duygu’nun yattığı hastaneyi öğrenir ve onunla son bir konuşma yaptıktan sonra ona veda etmek zorunda kalır.

Filmin konusunu özellikle uzun uzun anlattım ki eleştirilerim kafanızda daha rahat şekillensin. Neresinden başlasam bilemiyorum. Eğer fantastik bir film olsaydı izlediğimiz o zaman hiçbir anormallik yoktu. Ama anlatılan konu gerçek bir kesit gibi yaşamla örtüşüyorsa o zaman gelişen diyaloglar, konunun anlatımındaki gerçek dışılık bir anda yapaylığa dönüşüyor ki bu da izlemesem de olurmuş dedirtiyor insana. Konuyu beğendim . AİDS hastalığına ülkemizdeki bakış açısının ne kadar korkunç olduğu malum. Ben aslında en çok Metin ve Duygu arasındaki diyaloglara takıldım. Hayal dünyasında yaşamayalım. Şimdi Metin barda kızla tanışıyor ve kızla günlerce aynı yatakta uyuyorlar üç nokta…Mümkün mü bence hayır. Bu arada barda tanışılması değil mesele birlikte uyumakta. Neyse kızın hastalığını öğreniyor Metin kızı da deli gibi seviyor. Ama kızı tedavi olmaya ikna edemiyor yazık. Kızın bahane de ayrıca saçma insanlar acımasız mimleniriz. Falan filan. Hastaneden çıktın mı kim tanıyor ki seni. Bir gün bile fazla yaşamak için ki tedaviyle ciddi anlamda uzatılabiliyorsa ömür her şeye değmez mi? Özellikle takık olduğum sahneye gelecek olursak her yere mumlar yakmışlar. Evet mum iyidir romantizm candır da. Karşılıklı çıplak oturup birbirlerine sadece parmak uçlarıyla dokunup hayatları için ne anlam ifade ettiklerini söylemeleri. Ben mi çok ruhsuzum diye de düşünmedim değil. Ama bence yok böyle bir romantizm anlayışı. Olsa güzel olurdu tabi. Ama yok. Duygu’nun elini kesip evi terk ettiği sahnede banyonun ışığını açık bırakması gibi bir olay var. Metin eve geliyor banyonun ışığı yanık. Bekliyor Duygu’nun  gittiğini anlıyor ama kesinlikle gidip içeri bakmıyor. Belki kız banyoda bayıldı. Öyle bir şey olsaydı o bakana kadar ölecekti zaten..Filmin yine tutarsız olduğunu düşündüğüm başka bir bölümü de Metin kızı takip edip evine gidiyor. Babasına çeşitli küfürler edip adamı komaya sokuyor. Sonra aynı akşam Duygu’yla kavga ediyorlar. Şimdi tanımadığın etmediğin adama gidip onca lafı saymadan sevgiline bu adam kim diye bir sorarsın haydi sormadın manyaksın saydın sövdün. Sevgiliyle öyle büyük bir olayın kavgası o şekilde olmaz.. 2 cümle. Hesap sorarsın ne bileyim..Yok böyle bir coolluk .. Sonlara doğru filmin galasında Duygu’nun Dr. uyla karşılaşıyor Metin ve adamın yakasına yapışıyor adamı doğduğuna pişman ediyor. Çok önemli olmasa da o da saçmaydı. Bunlar filmin anlatımında bana yapay gelen yerlerdi. Ama dikkatimi çeken ve beni rahatsız eden başka şeyler de var. Metin karakteri çok küfreden bir karakter. Gerekiyorsa edilebilir ama nedense Metin öyle bir küfrediyordu ki yani resmen kulak tırmalıyor. Belki de gerçek hayatta etmiyor. Tabi oyunculuk böyle bir şey her rolü sindirerek oynamalı. Yine bir başka nokta Duygu sürekli peruk takıyor ve kışın takılabilecek örgü şapkalar takıyor ve ayağında da sürekli yüksek platformlu ayakkabılar. Kızın saçıyla ilgili bir sorun yok. O kadar çeşit çeşit peruk niye. O örgü şapkalar yaz sıcağında ne alaka. Bir de oyuncunun boyu belli ki kısa. Ülkemizde kısa olmak ayıp değil. Ortalama belli zaten. Kızı leylek gibi yapıp o koca ayakkabılarla dikkati dağıtmaya ne gerek var. Neyse biraz da tekniğe bakalım.

Filmin müziklerini çok başarılı buldum. Sahnelere göre seçimleri de gayet iyiydi. Ayrıca filmdeki caz parçalar da harikaydı.

Atmosfer de iyiydi. Acıklı bir aşk hikâyesi için gerekli atmosfer sağlanmış filmde. Tabi atmosfere biraz yazık olmuş. Mekân seçimleri, filmdeki renkler, ışık kullanımı, çekimler, kurgu gayet iyiydi.  Her şey aşk için uygundu.

Film hakkındaki olumlu, olumsuz düşüncelerimi yazdım. İzleyin, okuyun bir de bu açılardan bakın derim. Ahh aşk ne güzel şey. Çocuk kıza aşık kız hastaydı öldü yazık aşkları yarım kaldı duygusallığı da bir yere kadar…


           

             

25 Şubat 2012 Cumartesi

UÇURTMA AVCISI




      
    Afganistan doğumlu Amerika’lı yazar Khaled Hosseini tarafından yazılan Uçurtma Avcısı 2003 yılında okuyucusuyla buluşmuş ve David Benioff tarafından senaryolaştırılarak, Marc Forster  tarafından çekilen filmi de 2007 yılında gösterime girmiştir.

Geçen mayıs ayında tesadüfen tanıştım Uçurtma Avcısıyla. Bir arkadaşım, kitabı başka bir arkadaşıma teslim edeyim diye vermişti. Kitaba şöyle bir baktım. Güzel bir ismi ve güzel bir kapağı vardı. Ama yine de gözüme biraz kalın gözüktü. Sahibine teslim edecektim bir türlü olmadı. Kitap bir yaz boyunca kitaplığımda bekledi. Sonunda her şeyden sıkılıp elimi eteğimi çekeyim dediğim anda gözüme ilişti. O sıralar saçma sapan birçok şey için deli gibi vakit harcıyordum. Elimde kocaman bir hiçle kitabın kapağını açmış bulundum. Kitaplarla aram pek iyi değildir aslında. Ama okuduklarım beni öylesine etkilemişti ki. Kitabı elimden bir türlü bırakamadım. Bir yandan da çok yağmurlu bir günde silecekleri çalıştırmak gibi yaşaran gözlerimi siliyordum okumaya devem edebilmek için. Okudukça ağlıyordum. Hayatımızın en büyük klişesidir ya ne kadar şikâyetçi olsan bile daha kötüsünü iliklerine kadar hissedince çaktırmadan derin bir oh çekersin.
Kitabın konusuna gelince kitap Kabil’de yaşayan 2 küçük çocuğun Emir’le Hasan’ın hikâyesini anlatıyor. Bu çocukların arasındaki bağı anlatabilmenin en iyi yolu kitaptaki bir cümleyi aktarmak sanırım. Emir’in ilk sözü “Baba”, Hasan’ın ilk sözü ise “Emir Ağa” olmuş.  Emir zengin, güçlü, otoriter, Kabil çevresinde saygı duyulan bir babanın oğlu. Hasan ise Baba’nın sadık yardımcısı ve Kabil çevresinde dışlanan etnik azınlık olan Hazara’lara mensup Ali’nin. Tadı kaçmasın diye hikâyeyi tam olarak anlatmayacağım. Henüz Afganistan işgale uğramadığı zamanlarda uçurtma yarışmaları düzenlenir ve en çok uçurtmayı kesen yarışı kazanırdı. İşgalden evvelki son uçurtma yarışıdır. Emir Baba’nın gözüne girmek zorundadır. Yarışan Emir’e Hasan kazanabilmesi için tüm desteği vermektedir.
Hasan,  Emir Ağa’ya “senin için bin tane olsa yakalarım” der. Uçurtmayı Emir için yakalamaya koşarken. Bu koşuş Emir için ömrü boyunca utancını taşıyacağı kötü bir olayla sonuçlanır. Emir Hasan’ın başına gelen kötü bir olaya tanık olur fakat hiçbir şey yapmaz. O günden sonra hiçbir şey aynı olmayacaktır. Hasan ve sadık kul Ali evden ayrılırlar. Kısa süre içinde ülke işgale uğrar ve bir gecede Emir ve Baba evden apar topar ayrılıp, önce Pakistan’a oradan da Amerika’ya giderler. Uzun yıllar Hasan’dan haber alamazlar. Emir Afganistan’dan tanıdıkları bir generalin kızıyla evlenir. Çocukluğundaki hayaline kavuşur ve yazar olur. Yıllar sonra Pakistan’dan Baba’nın sağ kolu Rahim Han’dan gelen telefon onu geçmişiyle, Hasan’la yüzleşmek zorunda bırakır. Emir önce Pakistan’a gider hayatı hakkındaki korkunç gerçeği öğrenir. Hasan ve karısı Taliban tarafından öldürülmüştür. En azından Hasan için yapabileceği son iyiliği yapmak için Afganistan’a gider .
Zordur uzun uzadıya yazılmış bir kitabı 120- 130 dk.lık bir filmde anlatıp aynı hazzı verebilmek. Doğru kısımları çıkarmak. Duygu akışını bozmamak. Hem izleyen hem de senaryo yazma denemeleri olmuş yeni mezun bir sinemacı olarak söylüyorum bunu. Diğer taraftan  okuduğunuz ve beğendiğiniz bir kitabın filmini yüksek bir beklentiyle ve merakla izlemeye başlayıp, film bitince yaşanılan hayal kırıklığı ve sinir harbi de kötüdür bilirim.
Bana da tıpkı böyle oldu işte. Kotasız internete M.S. 2012 Şubat’ında geçebilmenin şerefine film izlemeye karar verdik sevdiğim bir arkadaşımla. İkimiz de Uçurtma Avcısı’nı okumuş ve beğenmiştik. Küçük bir araştırmadan sonra Uçurtma Avcısı’nda karar kılıp filmi açtık.
Güzel başladı film. Kitaptan en sevdiğim cümlelerle. Sonrası ise tam bir hayal kırıklığı oldu. Bir de uyarım var. Siz siz olun dublajlı izlemeyin bu filmi. Hatta hiçbir filmi. Diğer ülkeleri bilemem ama Türkiye’de karaktere uygun ses seçimi çoğu zaman mümkün olamıyor. Halbuki ses duygunun izleyene geçmesinde çok önemli bir etkendir. Filme dönersek filmde karakter seçimleri en azından ana karakterlerin seçimleri fena değildi. Diyaloglar ise maalesef bir başka hayal kırıklığıydı. Büyük ihtimalle çevirinin de bundaki etkisi büyük. Duygusuz ve öylesine yapılmış gibiydi diyalogların çoğu. En acıklı yerine gelmişti. Aslında kitabı okuyan insanlar olarak ağlamaya da hazırdık. Fakat o da ne? Duygu yoğunluğu sıfırdı. Savaş zamanında geçiyor olay. Üstelik küçük bir çocuğun(Emir) kendisi için ne kadar değerli olduğunu bilmeden hayatını kararttığı bir başka çocuk (Hasan) onun yüzünden ölüyor da ömür boyu ödense bitmeyecek bir bedel söz konusu oluyor. Çok sancılı bir süreç anlatılıyor. Üstelik bunu yaşayan bir çocuğun gözünden.  Ama bizde hissiyat sıfır. Bunun üzerine arkadaşımla da konuştuk. O da aynı fikirdeydi. Müzik dedik. Müzik kullanımı korkunç derece kötüydü. Halbuki biz alışık değildik böyle filmlere. Bizim filmlerimizde, dizilerimizde bir müzik girer birden feleğini şaşırırsın. Hatta bazen sırf müzikten bile ağlarsın o derece. Filmde dikkati çeken bir unsur daha vardı. Kitaptaki tasvirler öylesine mükemmeldi ki gözünüzde canlanan her şey yerli yerine oturuyor hiçbir boşluk kalmıyordu. Filmi izlerken ise uzun uzun tasvir edilen ve hayalinizde yaşattığınız Kabil hiç de görmekten zevk almayacağınız bir yer oluyor. Sıradan bir yer. Filmdeki olaylar bir görevi tamamlamak için ya da konu anlaşılsın diye uğraşılmış gibi ardı ardına hızlı hızlı geçiveriyor.
 Evet bir hayal kırıklığıydı bu film. Filmin tek beğendiğim yanı kamera kullanımıydı sanırım. İnsanın gözüne gözüne sokulan kamera hareketleri çok hoşuma gitmiyor. Kurguyu, ne kadar az hissedersem o kadar mutlu oluyorum. Filmin tekniğiyle ilgili çok konuşmayacağım. Işık, renk kullanımı rahatsız etmeyecek kadar iyiydi. Son olarak uçurtma şenliklerindeki kamera kullanımı çok hareketli olmasına rağmen uçurtmaların havada süzülüşü öylesine güzel çekilmişti ki küçükken elime hiç uçurtma almamanın hüznünü bile yaşadım.
Her ne kadar kitaptan aldığım zevki filmden alamasam da izlenmeye değer olduğunu düşünüyorum. En azından kitabın mükemmelliğine hayran oluyorsunuz bir kez daha.