10 Mayıs 2012 Perşembe

THE COLOR OF PARADISE ( CENNETİN RENGİ )






İran’lı yönetmen Majid Majidi'nin senaryosunu yazıp yönettiği Cennetin Rengi, 1999 yapımı bir dram. Filmin baş rollerinde, Hossein Mahjoub, Mohsen Ramezani ve Salameh Feyzi rol almaktadır. 

Cennetin Rengi’nde gözleri görmeyen bir çocuğun Küçük Muhammed’in hikâyesi anlatılıyor. Annesi ölmüş olan Muhammed, Tahran’da yaşadıkları köye çok uzak olan bir körler okulunda okumaktadır. Okul kapanır ve babası onu almaya gelir. Önce müdüre Muhammed’i orada bırakmak için yalvarır. Bakamadığından yakınan baba son çare çocuğuyla beraber evine döner. Muhammed’in iki kız kardeşi ve Muhammed’e çok düşkün bir ninesi vardır. Babası yeni bir evlilik yapmaya hazırlanmaktadır. Muhammed'i ise adeta kendi hayatı için ayak bağı gibi görmektedir.  Kardeşleri okula giden Muhammed, babası tarafından kör bir marangozun yanına iş öğrenmesi için yatılı olarak gönderilir. Muhammed için kendince büyük mücadelelere giren ninesi biraz da Muhammed’e olan üzüntüsünden hastalanır ve vefat eder. Babasının yapmak üzere olduğu evlilikse karşı tarafın cayması üzerine iptal olur. Yaşadıklarından etkilenen baba, Muhammed’i eve geri getirmek üzere marangozhaneden alır. Eve dönerken üzerinden geçtikleri köprünün yıkılması üzerine Muhammed ırmağa düşer. Deli gibi çağlayan ırmağa bakakalan babası bir karar vermek zorundadır. Ya onu kurtaracak ya da ondan kurtulacaktır.

Bir soru sormak için bir neden de olması gerekir. Belki biraz acıtan ya da rahatsız eden bir şeyler. Hayatımızın belirli döneminde ihtiyaçtan olsa gerek yaratılış- tanrı ve adalet kavramlarını az veya çok hepimiz sorgularız. Cennetin Rengi’nin de alt metni bu sanki. Filmde aslında dinsel açıdan güçlü bir yargı var ama bunun yanı sıra iç dünyalarımızdaki savaşım, mücadele etmek zorunda olduklarımız ve tercih etmek istediklerimiz arasındaki gelgitler de çok güzel betimlenmiş.

   Filmdeki bazı unsurlara dikkat çekmek istiyorum. Çünkü genel olarak baktığımda mükemmel diyemeyeceğim halde atlayamayacağım kadar hoşuma giden yanları oldu filmin. . Muhammed’in dünyayı hissetme çabası bu kadar güzel anlatılabilirdi. Dokunmak… Muhammed bulduğu her şeye dokunuyordu. Bunu neden yaptığını ise onun sözleriyle aktarayım ki onun ne hissettiğini duyumsayabilelim. “Öğretmenimiz; Allah’ın göremedikleri için körleri daha çok sevdiğini söylüyor, ama ben de ona eğer öyle olsaydı o’nu görmeyelim diye bizi kör yapmazdı dedim.  O da bana “Allah görünmezdir”. O her yerdedir. Onu hissedebilirsin. Onu parmak uçlarıyla görebilirsin” dedi. Şimdi ellerimin O’na dokunacağı güne kadar her yerde Allah’a uzanacağım ve O’na her şeyi anlatacağım, kalbimdeki tüm sırları bile.” Muhammed’in doğayı dikkatle dinleyişi, rüzgârı yakalamaya çalışması, suya dokunuşu, doğada bile kör alfabesiyle kuş seslerini ve diğer sesleri tanımlamaya çalışması bana göre filmin en anlamlı yerleriydi.

   Genel olarak İran sinemasının tipik özelliklerine sahip olan film, basit bir konunun küçük ayrıntılarla zenginleştirilmesiyle izlenmeye değer bir hal almış. Film acıklı fakat ajitasyonsuz bir film. Aynı film ülkemizde çekilse bin bir acıklı müzik ve başka öğelerle işlenir ve kıpkırmızı gözlerle koltuktan kalkardık diye düşünüyorum. Bu açıdan İran sineması her zaman çok hoşuma gitmiştir. Filmi mükemmel bulduğumu söyleyemem fakat gerçekten çok etkileyici sahneler barındırıyor ve bence sırf o sahneler için izlenmeye değer.