İran’lı yönetmen Majid Majidi'nin senaryosunu yazıp yönettiği Cennetin Rengi, 1999 yapımı
bir dram. Filmin baş rollerinde, Hossein Mahjoub, Mohsen Ramezani ve
Salameh Feyzi rol almaktadır.
Cennetin Rengi’nde
gözleri görmeyen bir çocuğun Küçük Muhammed’in hikâyesi anlatılıyor. Annesi
ölmüş olan Muhammed, Tahran’da yaşadıkları köye çok uzak olan bir körler
okulunda okumaktadır. Okul kapanır ve babası onu almaya gelir. Önce müdüre Muhammed’i
orada bırakmak için yalvarır. Bakamadığından yakınan baba son çare çocuğuyla
beraber evine döner. Muhammed’in iki kız kardeşi ve Muhammed’e çok düşkün bir ninesi
vardır. Babası yeni bir evlilik yapmaya hazırlanmaktadır. Muhammed'i ise adeta kendi
hayatı için ayak bağı gibi görmektedir. Kardeşleri okula giden
Muhammed, babası tarafından kör bir marangozun yanına iş öğrenmesi için yatılı
olarak gönderilir. Muhammed için kendince büyük mücadelelere giren ninesi biraz
da Muhammed’e olan üzüntüsünden hastalanır ve vefat eder. Babasının yapmak
üzere olduğu evlilikse karşı tarafın cayması üzerine iptal olur.
Yaşadıklarından etkilenen baba, Muhammed’i eve geri getirmek üzere marangozhaneden
alır. Eve dönerken üzerinden geçtikleri köprünün yıkılması üzerine Muhammed ırmağa
düşer. Deli gibi çağlayan ırmağa bakakalan babası bir karar vermek zorundadır.
Ya onu kurtaracak ya da ondan kurtulacaktır.
Bir soru sormak için
bir neden de olması gerekir. Belki biraz acıtan ya da rahatsız eden bir şeyler.
Hayatımızın belirli döneminde ihtiyaçtan olsa gerek yaratılış- tanrı ve adalet
kavramlarını az veya çok hepimiz sorgularız. Cennetin Rengi’nin de alt metni bu
sanki. Filmde aslında dinsel açıdan güçlü bir yargı var ama bunun yanı sıra iç
dünyalarımızdaki savaşım, mücadele etmek zorunda olduklarımız ve tercih etmek
istediklerimiz arasındaki gelgitler de çok güzel betimlenmiş.
Filmdeki bazı unsurlara dikkat çekmek istiyorum.
Çünkü genel olarak baktığımda mükemmel diyemeyeceğim halde atlayamayacağım
kadar hoşuma giden yanları oldu filmin. . Muhammed’in dünyayı hissetme çabası
bu kadar güzel anlatılabilirdi. Dokunmak… Muhammed bulduğu her şeye dokunuyordu.
Bunu neden yaptığını ise onun sözleriyle aktarayım ki onun ne hissettiğini
duyumsayabilelim. “Öğretmenimiz; Allah’ın göremedikleri için körleri daha çok
sevdiğini söylüyor, ama ben de ona eğer öyle olsaydı o’nu görmeyelim diye bizi
kör yapmazdı dedim. O da bana “Allah
görünmezdir”. O her yerdedir. Onu hissedebilirsin. Onu parmak uçlarıyla
görebilirsin” dedi. Şimdi ellerimin O’na dokunacağı güne kadar her yerde Allah’a
uzanacağım ve O’na her şeyi anlatacağım, kalbimdeki tüm sırları bile.” Muhammed’in
doğayı dikkatle dinleyişi, rüzgârı yakalamaya çalışması, suya dokunuşu, doğada
bile kör alfabesiyle kuş seslerini ve diğer sesleri tanımlamaya çalışması bana
göre filmin en anlamlı yerleriydi.
Genel
olarak İran sinemasının tipik özelliklerine sahip olan film, basit bir konunun
küçük ayrıntılarla zenginleştirilmesiyle izlenmeye değer bir hal almış. Film
acıklı fakat ajitasyonsuz bir film. Aynı film ülkemizde çekilse bin bir acıklı
müzik ve başka öğelerle işlenir ve kıpkırmızı gözlerle koltuktan kalkardık diye
düşünüyorum. Bu açıdan İran sineması her zaman çok hoşuma gitmiştir. Filmi
mükemmel bulduğumu söyleyemem fakat gerçekten çok etkileyici sahneler
barındırıyor ve bence sırf o sahneler için izlenmeye değer.